Doğal Kaynaklar, Orman, Çevre ve Maden
Doğal kaynaklar; hiç bir topluluk, sınıf veya katmanın emeği karşılığı üretilemeyen, bu nedenle de herhangi bir gerekçeyle kimsenin sahiplenme hakkı iddia edemeyeceği kaynaklardır. Dolayısıyla da tanımı gereği bu kaynakların tasarruf hakkı toplumundur. Toplum bu kaynakların insanlık hizmetine nasıl sunulacağına karar verme hakkına sahip olmalıdır. Bu hakların nasıl kullanılacağı anayasa ve yasalarla belirlenir. Demokrasi açısından önemli olan toplumun bu hakkının bir ön şart olarak teslim edilmesidir. Bireylerin temel hak ve özgürlüklerine getirdiği kısıtlarla insan hakları konusunda sıkıntılar yaşanan 1982 Anayasası, 43. 44. 45. 46. 47. ve 168. maddelerinde doğal kaynakların mülkiyeti ve kullanımı konusuna yer vererek korunmasını öngörmüştür.
Ancak ne çelişkidir ki demokrasinin en temel göstergesi toplumsal örgütlenmeye anayasal gerekçelerle izin vermeyen otorite bu tutumun doğal sonucu totaliter yapılanmayı gerçekleştirirken doğal kaynakların mülkiyeti ve kullanılması konusunda var olan anayasal ilke ve yaptırımları uygulama gereği duymaksızın talanı ve yağmalanması için tüm olanaklarım seferber etmiştir. Anayasal ve yasal yaptırımların işlemediği, yasaların anayasaya aykırı uygulandığı bir ülke hukuk devleti ve sosyal devlet özelliği taşımadığı gibi yönetim biçiminin demokrasi olduğu da söylenemez. Bir ülkenin varlığı sahip olduğu doğal kaynakları su ve toprağın alansal içeriğinde üzerinde ve altında bulunan diğer kaynakları ve bu oluşumun içinde yer alan, en ilkelinden gelişmişine canlı materyali ile ifade edilebilir. Doğal kaynaklardan su ve toprak diğerlerinden farklı özellikler taşımakta, yaşamın sürdürülebilmesi için alternatifi olmayan, yeniden üretilemeyen, çoğaltılamaz nitelikleriyle ekonomik olarak kıt, politik olarak gıda ve kullanım bakımından stratejik konumda bulunmaktadır. Ülkemizin doğal kaynak potansiyeli su ve toprak - yerüstü, yer altı suyu, deniz, göl, akarsu, ıslak alanlar, orman, çayır, mera, yayla, maden rezervleri ve buna bağımlı tarım, enerji ve çevre; sektörel ve kaynak olarak ciddi tehlike boyutunda yok edilmektedir.
Emperyalist güçlerin çıkar ilişkilerinin YDD olgusuyla sürdürdükleri sıcak savaşlar yanında ekonomik tanımlanabilen soğuk savaşlar dünya barışını her geçen gün biraz daha tehdit ederken gözlenebilen bu görsel terör, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynakları üzerinde yaratılan ulusal ve uluslararası kaynak terörünü gözden uzak tutmayı başarmaktadır. Ülkelerin doğal kaynakları üzerinde oynanan oyunlar, terörün bir göstergesi ve bir bakıma paylaşımın nedenini oluştururken toplumsal çıkarları göz ardı eden ülkenin duyarsız ve sorumsuz yöneticileri karar ve uygulamalarıyla bu yapıya hizmet etmekte direnmektedirler. Bu direniş, toplumu çaresiz bırakabilmek için demokratik örgütlenmeyi sınırlamakta, su-toprak ve insan ilişkilerinin düzenlenmesini önleyerek, yüzey su kaynakları-deniz, göl, akarsu, ıslak alan-yer altı suyu kaynakları, topraklar, ormanlar, çayır, mera, yayla ve madenler, mülkiyeti, üretken ve mekansal kullanım hakları, ekolojik dengenin korunması, yeryüzünün üretkenliğinin ve yaşanabilirliğinin sürdürülmesini ortadan kaldırmaktadır. Küresel anlamda dönüşümlü olarak miktarı değişmese de, doğal kaynak niteliğindeki suyun bugünkü koşullarda kıtasal, bölgesel ve yerel ölçekte sıkıntısının hissedilir şekilde artması, gelecekteki nüfus ve ihtiyaçların karşılanması bakımından ülkeleri bugünden ekonomik kullanımı için yeni arayışlara, araştırmalara ve işbirliğine yöneltmiştir. Su konusu, artan nüfusun çeşitlenen ihtiyaçlarının giderilmesi bakımından kısıtlı bulunduğu ülkemizin de yer aldığı Ortadoğu Bölgesi‘nde, yakın gelecekte, ulusal ve uluslararası boyutta siyasi ilişkilerin en önemli belirleyicisi olmak durumundadır.
Siyasal, tarihsel ve hukuksal sonuçlar su kaynaklarının, ülkelerin ortak çıkarları doğrultusunda birleşerek bir güç oluşturabileceğini ya da çıkarları açısından savaş nedeni olabileceğini göstermekledir. Yapılan hesaplamalar kişi başına su potansiyeli komşu ülkelere göre daha düşük olan ülkemizin, su kısıtı olan ülkeler arasında yer aldığını, gelişim trendinin 15 yıl sonra su sıkıntısı yaşanan ülke konumuna geleceğini kanıtlamaktadır.
Bu gerçekleri görmeyen, rakamları büyüterek çok iş başardığını sanan ülke yönetenleri hiçte yeterli olmayan su kaynaklarımızı "çok bol" çığırtkanlıklarıyla YDD‘nin dikkatine sunmuşlar, Dünya Bankası ve yan kuruluşları su kaynaklarımızın yönlendirilmesi ve yönetimi konusunda yaptırımlar talep etmeye başlamıştır. GAP‘nin uygulanması da sınır ötesi su konusunu uluslararası gündeme yerleştirmiştir. Suyun ekonomik ve doğru kullanılmasıyla ilgili yöntem ve sistemleri uygulamayan kirlenmesini önleyici tedbirleri almayan yetkili ve sorumlular sorunlar büyüdükçe dış güçlerin kararlarına daha çok uymak zorunda kalmıştır. Ülkemizde su kaynaklarıyla ilgili yasalar birbiriyle çelişmekte, su konusu 30‘dan fazla yasada yer almaktadır. Anayasa doğal kaynakların mülkiyeti üzerinde devleti egemen kılmaktadır. Mülkiyetinin sahiplenilmesinin tartışılamayacağı suyun kullanım haklarının kamu yararına aykırı olması da mümkün değildir. Oysa uygulamada, yasalar, Anayasa‘ya aykırı hükümler içerirmişçesine su, özel hukuka ve özel mülkiyete konu edilmiştir. Umuma ait sular üzerinde ise, "özel mülkiyet konusu olmayan, devletin hüküm ve tasarrufunda kullanım koşulları kamu hukuku açısından düzenlenir" öngörülmüştür.
Bir başka çelişki de, su anlaşmazlıklarının halen adli yada idari yargıdan hangisinde çözümleneceği ve özel hukuk ya da kamu hukuku konusu olup olmadığının tam olarak çözümlenmemiş ve tartışılır olduğunun bilinmesidir. Bu sorunlar ağırlaşarak yaşanırken, VII. BYKP‘ da yer alan, çözüm için öngörülen, sorumlu ve ilgili kuruluşları belirlenen SU YASASI çıkarılması çalışmaları halen başlatılmamış, bu yönde hiç bir çaba gösterilmemiştir. Su kaynakları konusu, uluslararası hukuk alanında "sınır ötesi suların paylaşılamaz, eşitlikçi, mantıklı ölçülerde anlaşmalar yapılarak kullanılabilir olduğunu, suyun da petrol ve madenler gibi doğal bir kaynak olup bunlara sahip ülkelerin egemenliğinde olduğunu" tanımlamıştır. İç ve dış ilişkilerde kullanım hakları ve korunması yaptırımları, artan nüfusun ihtiyaçlarının karşılanması su kaynakları konusunun ciddi çalışmalar gerektirdiğini göstermektedir. Bu durum acilen ülke su kaynakları envanterinin çıkarılmasından başlayarak, su kullanım amaçlarının talepleri belirlenerek planlamasının yapılmasını, standartlarının belirlenmesini, hizmetlerin yürütülmesinde bütünlük sağlayacak kurumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi, su kirlenmesini önlemek ve kontrol altına alınması bakımından, su kullanımıyla ilgili yasal, yönetsel, örgütsel yapının oluşturulmasını gerektirmektedir. Yanlış yönetim ve yönlendirmelerin sonucu önemli ölçüde parasal kaynak kıtlığı ve kaynak yaratma bakımından çıkmazların yaşandığı ülkemizde, yıllar itibariyle bütçeden önemli pay alarak gerçekleştirilen sulama yatırımlarının üretim ve verim artışına bağlı ulusal ekonomiye katkı için, yapılan yatırımlardan optimal yararlanma koşulları sağlanmalıdır. Katrilyonlar harcanan devlet sulama yatırımlarının katma değerinin 2.8 düzeyinde kalması, devletin sulamaya açtığı alanlarda çoraklaşma ve erozyon acilen sorgulanmalıdır. Yeraltı su kaynaklarımız fazla çekim, kaçak kuyuların artması, denetimsizlik orman alanlarının azalması, erozyonun hızlanması atıkların arıtılmadan YAS havzalarına verilmesi, tarımda yanlış ve bilgisiz girdi kullanımının getirdiği sonuçlar olarak hızla kirlenerek kalite ve nitelik olarak temiz su özelliğini kaybetmektedir. Biyolojik olarak temizleme olanağı olmayan YAS‘nin bazı bölgelerde içme ve kullanma suyu olarak insan sağlığını tehdit ettiği bilinmektedir. Kentleşme, konut ihtiyaçları ve talepleri bir bölgesel planlama içermediğinden, yerleşim için toprak kaynaklan yok edilirken, su kaynaklarının rezerv olanakları da dikkate alınmadığından çarpık kararların çarpık sonuçları doğal kaynakları tamamıyla yararlanılamaz hale dönüştürmektedir.
Denizler, göller, akarsular, ıslak alanlar gibi diğer su kaynaklarımız için de durum farklı değildir. Ekosistemin sürekliliğinde su varlığına bağlı çok yönlü yararları unutulan ıslak alanlar devlet eliyle projelendirilerek kurutulmakta böylece birçok gen kaynakları ve sediment toplama havzaları yok edilmektedir. Ekolojik dengenin gözlemlenebilir derecede bozulması evrensel boyutta çevre kavramıyla ülkelerin gündemine girmiş kamu ve gönüllü kuruluşlarca yürütülen hizmetler uluslararası yaptırımları geçerli kılmıştır. Dünyadaki bu gelişmelerin zorlaması ile halen çevre konusunda yapılanmalarla oyalanan ülkemiz bürokratik yapısı farklı hizmet alanlarına konu olan su kaynakları konusunda birbiriyle çelişir kararlar alarak çözümü ortadan kaldırmaktadır.
Ülkemizde kullanıma bağımlı kirlilik sorunu yanında 4046 sayılı yasada mülkiyetinin devredilmesi satılması olarak açıkça ifade edildiğinden ulusal varlıklarımızın iyeliği elden çıkarılmaktadır. Hidroelektrik üretim tesislerinin devredilmesi dolaylı olarak doğal kaynaklarımız üzerinde dış ülkeleri söz sahibi yapmaktadır. Oysa bu tür konularda yasal öngörüye uyularak kamu kurumu niteliğinde demokratik kitle örgütü meslek odalarının kararların alınmasında onayı ve denetim mekanizması olarak haklı yerini almasının en doğru çözüm olduğu düşünülmemektedir. Ulusal seferberlikten ulusal talana geçişte üzerinde her türlü faaliyetin gerçekleştiği toprak kaynakları en çok etkilenerek üstüne düşen payı almıştır. YDD‘nin küresel süreci, para- finansman-teknoloji rantını yaratabilmek için toprak rantını onun niteliklerini ortadan kaldırarak acımasızca kullanmış amaçlarına araç etmiştir.
Mülkiyeti devletin olan toprak kaynaklarını, onun üzerinde yaşayanların, onu üretime dönüştürebilmelerine olanak tanıyan, kullanım hakkı veren TOPRAK REFORMU‘nu kamuoyuna rejimi tehdit eder unsur olarak benimsetmeye çalışan ülke yöneticileri, toprağın öncelikli olan niteliklerini hiç önemsemeden turizm, konut, sanayi alanlarına hiç sıkılmadan sunarak ulusal varlığımızı tehdit eder yapılanmayı da başarı olarak sergileyebilmiştir. Ülkenin geleceği ve kamu yararı düşünülmeksizin oluşan ortam sonucu, kırsal alanda çağdaş demokratik yaşam, üretim ve verim koşullarından uzaklaşılmış, açlık ve yoksulluk plansız göçleri hızla arttırarak kent yaşamını da bozmuş toplumsal doku çürürken yanlış ve amaç dışı kullanımı sonucu toprak erozyonu, bu kullanımın sağladığı rantla zenginleşen, üretime hiçbir katkısı olmayan demokratik rejimi çökerten, sömürü yapılanmasına hizmet yönetimini güçlendirmiştir. Anayasal yaptırımları hiçe sayan, TOPRAK YASASI çıkarmayan parlamenter sistem, toprakların korunarak kullanılması ve geliştirilmesi konusunda hizmet veren kuruluşları da kapatarak zorlanmadan amaçlarına ulaşan yapıyı oluşturmuştur.
Su, rüzgar, sulama, doğal bitki örtüsünün kalkması, ormanların yakılması, tarıma açılması gibi bir çok olumsuzluk, Avrupa ülkelerinde 20 yılda görülen EROZYON değerlerinin ülkemizde l yılda gerçekleştiğini göstermektedir. Su-toprak-insan ilişkilerinin düzenlenemediği ortamda ekolojik denge hızla bozulmakta sadece akarsulardaki sediment ölçümlerine dayanan yıllık toprak kaybı miktarı 450 - 500 milyon ton, alan olarak 25 cm kalınlığında 1.5 milyon ha/yıl olarak verilmektedir. Toprağı işleyenin sahiplenmesini, bölgelere göre ekonomik işletme birimlerinin saptanmasını, belirlenen işletme ölçeğinde arazi toplulaştırmasının yapılmasını, entansif tarım işletmelerinin oluşturulması, üretim ve verimliliğinin arttırılmasını, orman, çayır-mera arazisinin tarıma açılmasını önleyen, mer‘a anlaşmazlığını çözümleyen, hayvancılığı geliştirmeyi hedefleyen, ürünün üreticinin içinde yer aldığı örgütlerce pazarlanmasım, kredinin ve girdinin doğru koşullarda ucuza sağlanmasını, mekanizasyonun yönlendirilmesini, arazi vergilendirmesinin düzenlenmesini, tarım nüfusunun sadece hammadde üreten konumdan çıkarılarak içinde yer aldığı sanayi yapılanmasının desteklendiği, üreticinin sermayenin aracı olmaktan çıkarılmasını kırsal gelişme merkezlerinin kurulmasım,emeğin değerlendirilmesini, yoksulluğun giderilerek kente göçün engellenmesiyle sosyal sorunların azaltılmasını, kırsal nüfusun sosyal evrimini geciktiren yapıyı ortadan kaldırarak çağdaş yapıyı oluşturan demokratik örgütlenmeyi öngören
TOPRAK REFORMU sorunların çözümlenmesinin ön koşuludur. Doğal kaynakların varlığının korunması ve tarımsal gelişme ile ilgili birçok sorun toprak reformunun gerçekleştirilmesiyle giderilecektir. Ancak, Anayasal yaptırımların işletilebilmesi için ;
- Ülkenin mülkiyeti toprakların "kamu arazileri" olarak tanımlanan bölümü ve l., 2., 3., 4. sınıf tarım arazilerinin ulusal bilinçten yoksun ülke yöneticileri tarafından yargı kararlarına rağmen yağmalanmasına göz yumularak engellenemediği ortamda, üstelik destekleyici ve ödüllendirici tutum ve açıklamaların yer aldığı anlayış değiştirilmediği sürece sorunların çözümlenmesi ve kullanma hakkı özel mülkiyete konu olmuş toprakların doğru kullanılması yaptırımlarının uygulanmasını beklemek sadece düştür.
- Toprak envanterlerinin çıkarılması, niteliklerinin belirlenerek 1.2.3.4. sınıf tarım arazilerinin SİT ALANI ilan edilmesi ,tarım alanlarının korunması ve kullanılması yasası, tespit, tahsis ve amacına uygun doğru kullanımı öngören
MERA YASASI‘nı çıkarılması
- Toprak koruma, sulama, drenej, tesviye, arazi toplulaştırması, gölet, havza ıslahı, toprak İslahı ve tarla içigeliştirme hizmetlerinin verildiği TOPRAKSU teşkilatının yeniden kurulması, ÇED raporlarının her türlü faaliyette ve talepte yer alması, tarla içi geliştirme ve alt yapı hizmetlerinin birlikte tek bir kuruluş tarafından verilmesi konusunda ulusal bilinç ve irade doğrultusunda acil kararlar alınması gerekmektedir.
Subtropik bölgede farklı ekolojik zenginliklere sahip 78 milyon hektar alana sahip Türkiye, Avrupa - Asya üzerinde köprü olarak göçler ve ticari ilişkiler sonucu bitkisel çeşitliliği fazla, tür endemizmi yüksek, bir çok bitki cinsinin orijin ve çeşitlilik merkezi olarak üzerinde üç fitocoğrafik kuşağın birleştiği ılıman kuşakta yer alan tüm ülkelerin çeşit geliştirme programlarının genetik materyal kaynağını oluşturan bitkisel çeşitlilik ve bitki gen kaynakları bakımından dünyada tek, bilinen bitki gen merkezlerinden üçü (Avrupa, Sibirya, Yakındoğu ve Akdeniz) üzerinde birleşen bitki türü ve tarımsal ürünün orijin ve çeşitlilik merkezidir.
Henüz çok azı değerlendirmeye alınmış parasal olarak değer biçilemiyecek toplanmış genetik materyalin sadece elde edilen sonuçları bugüne kadar yapılan harcamaları karşıladığı gibi gelecek yılların bütçelerine kaynak yaratabilecek durumdayken, koruma yönetim ve denetim mekanizmalarının oluşturulamaması sonucu kolaylıkla yurtdışına çıkarılmakta, ulusal çıkarlarımız giderilmesi mümkün olmayan zararlara uğratılmaktadır. Halen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde bitki gen kaynaklarını sahiplenecek bir ünite mevcut değildir. Bitki gen kaynakları için varolan bu durum hayvan gen kaynakları için de geçerlidir. 1980‘li yıllardan sonra, dışa bağımlılığı arttırmak amacıyla alınan kararlarla yürütülen hayvancılık politikalarının sonucu, ülke hayvancılığı yok edilmiş, toplum artan fiyatlarla hayvansal protein ihtiyacını karşılamaktan yoksun daha sağlıksız yapıya dönüştürülmüştür. Su ve toprak kaynaklarında olduğu gibi bitki ve hayvan gen kaynaklarına ait envanterlerin çıkarılmadığı, bir çaba sarfedilmediği düşünüldüğünde hem ekolojik hem de gelecek için olası yararlarından vazgeçildiği görülmektedir. Nesli tükenen ya da tehlike altında olan hayvan ırklarının melezleme kapsamı dışında tutulması, belirli miktarda koruma sürüleri saklanarak kolleksiyon sürüleri oluşturulması, tek yönlü seleksiyon çalışmaları engellenerek her ırk için yetiştirme ve koruma önlemlerinin alınması, yerli ırkların bölgeleri, mevcutları, morfolojik ve fizyolojik özelliklerinin, verimlerinin saplanması ve arttırılması, ekosistem içinde bulunan gen kaynağının ekosistemin denge unsuru olduğunun bilincinde bu doğal kaynakların yok edilmesinin sonun başlangıcı olduğu görülmelidir.
ORMAN
Ülkemizde yasama görev ve sorumluluğunu üstlenmiş parlementonun halkın aydın ve üretken bireylerine kısıt koymuş seçim ve siyasi parti yasalarıyla seçilmiş parlementerleri, oy potansiyeli olarak gördüğü sömürüye uygun orman köylüsünü siyaset arenasına destek sağlamanın önemli bir aracı olarak görmektedir.
Bu görüş doğal kaynaklarımızın en önemli unsurlarından ormanların, talan ve yağmalanmasını onaylayıcı konumda, toplum yaranına olan sosyal faydaları değil, ekonomiyeplan katkıları ve kâr unsurunu ön planda tutmaktadır. Ülkemizdeki sorumsuz anlayışın olanaklı kıldığı bireysel çıkar yağmalaması yanında dünya üzerinde de orman kaynaklarının yok edilmesi, son yıllarda insanların ilgisini ormanların sosyal katkıları üzerineyoğunlaştırmış ve orman tanımını farklılaştırmıştır. Orman ve orman toplulukları, "Canlı süreç" olarak kendisini etkileyen pek çok sayıdaki doğal ve sosyal faktörle denge halindedir.
Ormanlar; doğal dengenin korunmasına olan katkıları yanında sosyal ve ekonomik gelişmeye paralel sürekli artan orman ürünleri ihtiyacını karşılamaktadır. Ormancılık sektöründe 20 yıldan az olmayan üretim süresi, bazı ağaç türleri için 200 yıla kadar çıkmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet ormanlarının işletilmesi, taahhüt ya da imtiyaz yolu ile yerli ve yabancı özel kişi ve şirketlere bırakılmış, bu uygulama ormanların büyük ölçüde bozulmasına neden olduğu görülerek, 1937 yılında 3116 sayılı Orman Yasası ile devlet ormanlarının devlet tarafından, devletten başkasına ait ormanların da devletin denetim ve gözetimi altında işletilmesi hükmü getirilmiştir. Bu ilke ve anlayış 1961 ve 1982 Anayasalarına da yansıtılmıştır.
Ancak ormanların devlet mülkiyetinde olması, başta yasamanın yasalara aykırı ek geçici maddeleri ve kararnameleri olmak üzere, orman alanlarının küçülmesinin önüne geçememiştir.Yasaların yetersiz olması yanında mevcut yasaların yaptırımlarının uygulanmaması ve gerekli önlemlerin alınmaması sonucu, usulsüz kesimler, aşırı hayvan otlatılması böcek ve mantar arızı, rüzgar ve kar devirmesi, asit yağmurları, açma, yerleşme, yangın ve düzensiz işletme gibi biotik ve abiotik nedenler ve yasal düzenlemeler sonucunda ormanlarımız nitelik ve nicelik olarak sürekli azalmıştır. 1961 Anayasa‘sının 131. maddesi, orman sınırlarında hiçbir surette daraltma yapılamayacağı yaptırımını ortaya koyarken, 17.04.1970 gün ve 1255 sayılı yasa ile 131. madde de değişiklik yapma yoluna gidilerek, 1982 Anayasa‘sı ile "Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiç bir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerlerle..." ilgili olarak 1961 Anayasa‘sında "orman sınırları dışına çıkarılacak" yerler için "15.10.1961" sınırı 31.12.1981‘e kaydırılmıştır.
Bugün; 1981 yılından önce üzerinden ağaç örtüsü kaldırılmış tüm orman alanları, ormanların yaptığı fonksiyonlar dikkate alınmaksızın orman sınırları dışına çıkarılmış ve çıkarılmaya devam edilmektedir. Bu yolla ormanlarımızın bütünlüğü bozulmuş, küçük parçalara bölünerek yamalı bohçaya döndürülmüş, korunmaları ve işletilmeleri zorlaşmıştır. 1980 dönemi ile ormancılığımızda ikinci talan dönemi başlamıştır. Dönemin Başbakanı, "Parlamentoda 300 oyu bulsam, ilk yapacağım iş Anayasa‘da ki ormanlarla ilgili maddeleri değiştirmek olacaktır" ifadesiyle dünyadaki orman koruma gelişmelerinin aksine yapılanmaların önünü açan anlayışı savunması sürecinde , 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası, 1983 yılında 2986 Sayılı Yasa, 1986 yılında 3302 Sayılı Yasa, 1987 yılında 3373 Sayılı Yasa, 1991 yılında 3763 Sayılı Yasa ve nihayet 1995 yılında 4127 Sayılı Yasa ile orman yağması hızlandırılmıştır. 1982 Anayasa‘sının 169. maddesinin "Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zaman aşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz..." hükmü 2634 sayılı yasa ile delinmiştir. Bu yasa ile ülkemizin en güzel ormanlık alanları yağmalanmıştır. Verilen 49 yıllık izinlerin 99 yıla uzatılabilmesi ile, zaten ormanı orman yapan sistemlerin kaybolması sonucu "orman olma" özelliğini kaybeden bu yerler üstü kapalı olarak özelleştirilmiştir. Görüldüğü gibi ülkemizdeki ormanların %99‘u devlet mülkiyetindedir. Ancak Anayasal hükümlere ve cumhuriyetin ilk yıllarında görülen gerekliliğe rağmen, devletçiliğe inanmayan siyasal iktidarlar ve parlamentoca ormanlık alanlar sürekli olarak daraltılmakta, açık ve gizli olarak özelleştirilmektedir.
Özellikle 1983 ve 1991 yılları arasında Orman Genel Müdürlüğü Devlet Arsa Ofisi gibi çalışmıştır. Bu dönemde bir yandan devlet ormanları özel kişi ve kuruluşlara devredilirken; diğer yandan yetişkin eleman sıkıntısı, araç gereç eksikliği, parasal sıkıntı söz konusu olmazken orman amenejman planlarının yapılması, orman kadastrosunun yapılması, orman yolları şebeke planının yapılması, orman yollarının bakımı, son zamanlarda ormanların bakım işleri olarak işletmeciliği özel kişi ve kuruluşlara verilerek ormancılık hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluna gidilmiştir. Başta Orman Mühendisleri Odası olmak üzere, ormancı Demokratik Kitle Örgütleri ve TMMOB ormanlarımızın küçülmesine yol açan yasal hükümlerin kaldırılması için kararlı bir mücadele yürütmeli ve bu yolda kamuoyunu bilinçlendirmegörevlerini yerine getirmelidir. Bu yasal görevini yerine getirebilmesi için, kararların alınmasında etkili ve yetkili kılınması gerekmektedir.
TMMOB‘nin bu bakış ve sorumluluk bilinciyle talepleri şunlardır;
1. Anayasa‘nın 169 ve 170. maddelerindeki ormanların daraltılmasına yol açan hükümleri (orman olarak muhafazasında yarar görülmeyen" "31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini tam olarak yitirmiş ifadeleri vs.) çıkartılmalıdır.
2. 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası yeniden düzenlenmelidir.
3. 6831 sayılı Orman Kanunu‘nun l .maddesindeki orman tanımı, ormanların çok yönlü yararları göz önünde bulundurularak, bilimsel ölçütlere dayandırılmalıdır. Orman Yasası‘nın 2. maddesi ve 7-12, 16-18, 57. maddelerinde özel ve tüzel kişilerin devlet ormanları içinde "özel orman statüsünde" orman yetiştirmelerine olanak veren ve 115. madde kaldırılmalı ya da ormanların yok olmasını engelleyici düzenlemeler getirilmelidir. 31, 32, 33 ve 34. maddeler günün koşullarına uyarlanmalıdır.
4. 2873 sayılı Milli Parklar Yasası‘nda değişiklik yapılmalıdır. Milli Parklar ve Av Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü‘ne Milli Park, tabiatı koruma alanı, tabiat parkı, tabiat anıtı, çadırlı kamplar vs. yerlerin kurulması görevi verilirken, bu alanlardan yararlanmanın düzenlenmesinde, Turizm Bakanlığı, Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı vs. kuruluşlara da yer verilmiştir. Hizmetin aksamasına neden olan bu durum düzeltilmelidir.
5. Diğer yasalardaki ormanlık alanların küçültülmesine yol açan hükümler ayıklanmalıdır.
6. VII. BYKP‘na göre, odun hammaddesinden yakacak olarak yararlanma, Dünya ortalaması %5 iken, ülkemizde % 68 olduğunu belirtmektedir. Yakacak olarak odun kullanılmasının alternatifleri geliştirilmelidir.
7. Talanı için yaptırımların güncelleştirilmesi yerine sözde sorunlarla amaçlı geciktirilen orman kadastro çalışmalarını ivedi olarak bitirilmelidir.
Ülkenin jeolojik yapısı bakımından genellikle eğimli olan arazileri erozyona uygundur, Arazilerin 2/3‘ünde, eğim % 15‘den fazladır, fiirim alandan taşınan toprak miktarımız Kuzey Amerika‘nın 8, Afrika‘nın 22, Avrupa‘nın 17 katıdır. Toprakların, akarsu ve sellerle taşınmasıyla tarım alanlarının yok olmasının yanı sıra, taşınan topraklar, barajların kısa zamanda dolmasına ve verimden düşmesine neden olmaktadır. Örneğin, Keban barajına akarsularla her yıl ortalama olarak 32 milyon ton toprak taşınması nedeniyle 1974 yılından bu yana 736 milyon ton toprak birikmiştir. Toprak erozyonu, toprakların bulunduğu sahadan su ve rüzgar etkisiyle taşınarak kaybolmasıdır. Toprakların ve ana maddenin aşınması, arazinin dengesini bozmaktadır. Nitekim toprakların aşındığı sahada toprak-bitki-su dengesi alt üst olmakta, doğal ortamın potansiyeli kaybolmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Hızal‘a göre "toprak kendini yenileyebilen bir varlıktır,diğer bir anlamda toprak alttaki ana materyalden sürekli oluşmakta, diğer bir taraftan da sürekli taşınmaktadır. Ancak aşınması ve oluşması sürecindeki dengesizlik ve ülkemizde belirlenen miktarı yılda 450 milyon ton toprak erozyonuna karşı, l cm3‘nün oluşumu için 1000 yıl süre belirlenmesi doğal kaynakların korunması bakımından, EROZYON ciddi kararlar ve yaptırımlar gerektirmektedir. Hızlanan erozyonda, toprağın alttan oluşumu üsten taşınma miktarından daha az olduğundan, bu taşınmadan ötürü üstte toprak bırakmayan toprak erozyonu, su, deniz dalgaları, rüzgar gibi hangi etkenle oluşursa o şekilde adlandırılmaktadır. Ancak ne şekilde adlandırılmış olursa olsun, erozyonun oluşabilmesi için bitki örtüsünün ortadan kalkması gerekir, insanların bilinçsizce orman eko- sistemine müdahaleleri ile hızlandırılmış erozyon oluşmaktadır. Yağmur yağdığında ilk olarak bitki örtüsü ile karşılaşıyorsa yağmurun hızı azalır ve toprağa yavaş düşer. Böylece toprağın suyu emme gücü çoğalır, eğer toprak üstünde bitki örtüsü yoksa su yüzeyden akar ve toprağı götürür. Orman içi ve orman kenarı köylüler tarımsal amaçlarla eğimli yerlerden açtıkları tarlalarda tarımsal faaliyetlerinin karşılığını bulamayınca, daha çok ürün elde edebilmek için daha çok orman açmakta, ancak kısa sürede bu açtıkları yerlerde de erozyon nedeniyle umduklarını bulamamakta ve bu yineleme sürdürülmektedir. Ülkemizin 2/3‘sinin %15‘den fazla eğime sahip olması ve toprak yapısının erozyona uygun olması yanında, toplumsal çatışmalar da uygun olmayan arazilerin yerleşime ve tarıma açılmasına yol açmış, başta dinsel kökenliler olmak üzere ekonomik ve siyasal çatışmalar, göçler, ulaşımı zor olan yerlerdeki orman ve meraların amaç dışı tarım ve hayvancılığa açılmasına neden olmaktadır.Özellikle Türkler‘in Anadolu‘ya akınıyla birlikte yaygınlaşan göçebe hayvancılık geleneğinin sürdürülmesi, aşırı, erken ve düzensiz bir otlatma sisteminin hüküm sürmesini, toprağı değişim değeri olan bir "doğal kaynak" olarak bakılması, mülkiyetini elinde tutan kişi ve kuruluşların toprağı istediği gibi kullanmasına hiçbir kısıtlama getirilmemesi toprağı tanıyıp anlama kültüründen yoksun olma, devletin; topraksızlaşma, nüfus artışı, verimlilik azalması gibi nedenlerle "köyden kente göç" olgusunun yol açabileceği toplumsal kargaşaları, en kolay ve en maliyetsiz olarak önlemenin yolu olarak, yayla ve meraların tarıma açılmasını görmesi sonucu, amaç dışı kullanımlara hiç bir engel koymaması, tarıma traktörün girmesiyle yayla ve meraların tarıma açılmasının hızlanması, erozyonun en büyük engeli diri örtünün bilinçsizce yok edilmesi, çoğu zaman nedeni saptanamayan yangınlar, yanan yerler her ne kadar ağaçlandırılıyorsa da geçen süre, yanan yerlerin bir kısmının taşlık ve kayalık olması nedeniyle ağaçlandırma yapılamaması erozyonu ve artmasının gerekçelerini oluşturmaktadır.
Toprak erozyonu ve çölleşme süreci Türkiye‘de ekolojik koşulların yanı sıra ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal oluşumların sonuçlarından birisidir. Türkiye‘deki erozyon ve çölleşme düzeyi, herhangi bir "sivil toplum kuruluşu"nun tek başına durduracağı boyutları aşmıştır. Bu doğrultudaki çalışmalar çoğu yörede büyük ölçekli yatırımları gerektirmektedir. Kaynağın aktarılmasında devletin, dolayısıyla siyasal iktidarların ilkeli olması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, sorun siyasaldır. Devlet küçüitülmeli diyen zihniyetle bu sorunun çözümlenmesi mümkün değildir. Toprak erozyonu ve çölleşme sorununun, arazilerin yanlış kullanılması, yanlış işlenmesi, bitki örtüsüzleştirilmesi, tarımsal girdilerin, özellikle de gübre, ilaç ve suyun yanlış kullanılmasının bir sonucu olarak gündeme geldiği ve önlenmesine yönelik teknikler, doğru toprak işleme tekniklerinin tarımsal girdilerin nasıl kullanılabileceğinin neler olduğu çoğunlukla bilinmektedir. Ancak arazilerin neden dirençle yanlış kullanıldığı, işlendiği, bitki örtüsüzleştirildiği, tarımsal girdilerin doğru kullanılmadığı, söz konusu önleyici tekniklerden neden gerektiğince yararlanılmadığı sorularına, üzerinde çoğunlukça uzlaşmaya varılabilmiş yanıtlar verilememektedir. Dahası böyle bir çabaya gerektiğince girilmemektedir. Dolayısıyla da tartışmalar, çoğunlukla bilinenlerin yinelenmesi, sorunun yol açtığı ya da açabileceği yıkımlardan yakınılması düzeyini aşamamakta; ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının olanaklarının artırılması ya da yeni kurum ve kuruluşların örgütlenmesi türünden teknik çözüm önerileriyle yeğnilmektedir. Bu bir kısır döngüdür ve artık, kesinlikle içinden çıkılmalıdır.
ORMAN VE ÇEVRE
Çevre, canlıların içinde bulunduğu, klimatik, edafik, fizyografik ve biotik faktörler topluluğu ortamını ifade etmektedir. Çevre sorunları, insanlar tarafından yaratılan ve bütün canlıların yasama temellerini ortadan kaldırma tehlikesi yaratan, doğal dengeden yoksun, antropojen süreçlerdir.
1. Orman ekosistemlerinin çevre etkileşimi
Ormanlar yüksek derecede ekonomik değer taşıyan doğal kaynakların başında gelmektedir. Ürettikleri odun hammaddeleri dışında tüm canlıların yaşamında önemli yeri olan ekolojik süreçler bakımından da büyük değerlere sahiptir. Yakın zamana kadar orman 2000‘den çok kullanılış yerleri olan odun hammaddeleri için eşsiz bir doğal kaynak olarak algılanmaktaydı. Günümüzde ise ormanın çevresel etkileri ön plana çıkmıştır. Toprak koruma ve erozyonu önleme, su ekonomisini düzenleme yağışları artırma, yeraltı sularını düzenleme, suları temizleme ve niteliğini iyileştirme, oksijen üretip, karbondioksit tüketme, şiddetli rüzgar, kar fırtınası, toprak kayması ve ekstrem sıcaklık zararlarına karşı çevresini koruma ,hava hareketlerinin yönünü ve hızını değiştirme, havanın tozlarını süzerek havayı temizleme, iklim rejimini düzenleme, insanların ruh sağlığı ve dinlenmeleri için ortam oluşturma, gürültüyü önleme özellikleri ormanların çevreye olumlu etkilerini oluşturmaktadır.
2. Çevrenin ormana olan etkileri.
Ormanlar, yetişme ve gelişmelerini sağlayan, onları sürekli olarak etkisi altında bulunduran bir ortamda varlıklarını sürdürmektedir. Bu ortam "orman yetiştirme ortamı" olarak tanımlanmaktadır. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörler bu yetiştirme ortamını tek tek ya da ortaklaşa etkilemektedir. Orman ve çevre arasındaki karşılıklı ilişkilerin kaynağı olan faktörler arasında "insan" en etkili faktör olarak görülmektedir. Gerçekte insan, neden olduğu orman yangınları, aşırı otlatma, orman ürünlerinden aşırı derecede ve plansız yararlanma, tarım alanı ve yerleşim mekanı kazanmak için yaptığı orman bozumu ile dünya çapında orman azalmasına neden olmuştur. Ülkemizde çevre faktörlerinin ormanlar üzerindeki zararlı etkileri, özellikle termik santraller ve endüstriyel kuruluşlar etrafında meydana gelmektedir. Ülkemizdeki 14 termik santralden 13‘ünün çevreye zarar verdiği zamanın (l 992) Çevre bakanı tarafından bildirilmiştir. O nedenle ülkemizdeki termik santraller ve fabrika bacalarından çıkan gazlar, özellikle kükürt dioksit, bazı bölgelerde, Murgul-Göktaş-çevresindeki ormanlar, Yatağan çevresi gibi, ormanlara önemli derecede zarar vermiş ve vermektedir. İstanbul‘daki Belgrat ormanı Birinci Dünya Savaşı‘ndan sonra, 15.000 hektar genişliğindeydi. Bundan yaklaşık 50-60 yıl sonra 2/3‘ü yok edilerek, alanı 5.000 hektara düşmüştür. Bu süre içinde ormanı ortadan kaldıracak hiçbir afet yaşanmamıştır. Sonuç olarak; ormanların sosyal faydalan çok büyüktür. Ormanların mülkiyeti kimin olursa olsun, ormanlar tüm toplumun malıdır. Hatta dünya insanlığının ortak değerleridir. Tahrip olan, ortadan kaldırılan her orman parçası, bütün canlıların yaşam temellerinden bir çoğunu beraberinde götürmektedir. Önemli olan bu bilincin kitlelerde oluşmasıdır. Kentliler için orman köylüler kadar önemlidir. Ne yazık ki kentliler, kent ormanlarını oluşturma ve var olan ormanlarının talan edilmesine karşı mücadele ederek, bu ormanları koruma konusunda yeterince duyarlı davranmamaktadırlar.
MADEN
Madenlerimiz, sanayinin temel girdilerini sağlayacak, kaynak yaratacak ve üzerleri ne yen i sanayi tesisleri kurulacak yeraltı servetleridir. Madenlerin bir diğer önemli özelliği de tükenebilir olmalarıdır. Oluşumu için milyonlarca yıl ve olağanüstü doğal koşulların gerekli olduğu madenlerimizin üretim ve tüketiminde toplumsal faydanın önde tutulması bilimsel ve teknik bir zorunluluktur.
Yeraltı kaynaklarına sahip olmak; bir ülkenin sanayileşmesi ve kalkınması için yeterli değildir. Dünyada rezerv olarak büyük maden yataklarına sahip olan ülkeler sömürge olarak yaşarken, maden yataklarına çok az yada hiç sahip olmayan ülkeler dünya ekonomisinde liderliği zorlamaktadırlar. Önemli olan hammaddeye sahip olmak değil, onun nasıl değerlendirildiği, katma değeri yüksek bir sanayi oluşturarak madenlerimizi onun girdisi haline getirmektir. Ülkemiz maden yatakları açısından birkaç maden dışında ( bor, krom, linyit, trona, ...) zengin kaynaklara sahip olmamakla birlikte çeşitlilik açısından bir zenginliğe sahiptir. Bu potansiyellerimizle akılcı toplumsal politikalar oluşturarak kendimize yeter konuma gelebilir, maden ithalatçısı bir ülke olmaktan kurtulabiliriz.
Bu gerçeklerden hareketle, yeraltı kaynaklarımız Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Genel Sanayileşme Politikaları doğrultusunda ciddi olarak ele alınmıştır. Sanayinin ana girdisi olan enerji ve hammadde kaynaklarımız için toplam kamu yatırımları içerisinde % 40‘lara varan önemli oranlarda yatırımlar gerçekleştirilerek, toplam madencilik üretimimizin % 80‘i kamu eliyle işletilmiştir.
1978 yılında yürürlüğe konulan 2172 sayılı "Bazı Madenlerin Devlet Eliyle işletilmesi Hakkında Kanun" çerçevesinde kamu işletmeciğine geçen bor ve linyitlerde büyük yatırımlar gerçekleştirilerek bor ve bor ürünleri üretim-ihracatında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Linyit madenciliğinde gerçekleştirilen devletleştirmeler sonrasında da bu sektörde yapılan kapsamlı yatırımların sonucunda üretim miktarı üç kat arttın l irken linyite dayalı termik santrallerin sayısı çoğaltılarak ülkemizin petrole olan bağımlılığı büyük ölçüde aşılmıştır. Dünyanın en büyük rezervlerine sahip olduğumuz bor da gerçekleştirilen büyük atılıma karşın yine aynı yasa kapsamında ele alman ve dünya ölçeğinde büyük potansiyeline sahip olduğumuz trona(doğal soda) konusunda çok uluslu şirketlerin baskıları sonucunda hemen hiç bir yatırıma gidilmemiştir.
Ülkemizde son yıllarda uygulanan yanlış yatırım ve üretim politikaları; maden aramalarından üretimine kadar sektörü etkilemiş, bu konularda görevlendirilmiş kurum ve kuruluşları asli görevlerini yapamaz hale sokulmuşlardır. Üretici kuruluşlarımız, idame yatırımları dahil, her türlü parasal kaynağı kesilerek, finansman batağına sokularak, tefecilere mahkum edilmişlerdir.
Ülkemizde son yıllarda aranmış-bulunmuş ve işletilmesi planlanmış bir tek maden yatağı yoktur. Oysa ki, dünyanın çok uluslu büyük şirketlerinden ilk ikisinin de aralarında bulunduğu yabancı şirketler, ülkemizde yürüttükleri 4-5 yıllık aramalar sonucunda üç adetepitermal Altın yatağı ve bir de bakır+altın yatağı bulmuşlar ve işletme hazırlığına başlamışlardır. Altın, madencilik ve metalürji açısından ekonomi kurtarıcısı bir maden değildir. Araması ve işlenmesi son derece zor, riskli ve masraflıdır. Altın da bütün diğer madenlerimiz gibi, çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine uygun olarak aranmalı; işletilmeli, izabe ve rafinasyonu ülkemizde yapılarak, yüksek katma değer sağlanmalıdır.
Bu konuda varsayımsal olarak yapılan bir hesaplamada; 10 gf/t ortalama tenörlü bir altın yatağının, aynı kütlesel büyüklükteki % 25 B203 tenörlü bir bor yatağının sağlayacağı faydanın l /3‘ünü, aynı kütlesel büyüklükteki % 25 Cr,03 tenörlü bir krom yatağı ile, % 2,5 tenörlü bakır yatağının sağlayacağı gelirden daha az gelir getireceği görülmüştür". Özellikle bor ve krom açısından yukarıda varsayılan değerlerin çok üzerinde potansiyellerimizin olduğu ve bunlarda büyük bir talanın yaşandığını görmek, altın konusunda tüm uzman geçinenlerin bir kez daha düşünmelerini gerektirir. Son yıllarda tüm diğer doğal kaynaklarımız gibi madenlerimiz üzerinde oynanan oyunlar ve "Devleti madencilik sektöründen sileceğiz" sloganlarıyla yapılan uygulamalar sonucunda başta kömür, krom, antimuan, manyezit, demir vb. işletmelerimiz, özel sektör başta olmak üzere kapanmış ve ülkemiz ham cevher ihraç eden bir ülke konumunu da yitirerek giderek maden ithalatçısı bir ülke durumuna düşürülmüştür.
MADENLER VE YENİ DÜNYA DÜZENİ (YDD)
YDD kavramının en önemli olgusu tekeller ye çok uluslu şirketlerdir. Günümüzde en büyük 500 dev şirket dünya zenginliklerinin % 42‘sini denetlemektedir. Dünyanın en önemli l 2 endüstrisinin % 40‘ı, sayısı beşi bulmayan şirketlerin elindedir. Bunlar otomobil, havacılık, madencilik ve petrol, elektronik, demir-çelik, bilgisayar gibi endüstrilerdir. Petrol dalında faaliyetler gösteren Shell ve Exxon‘un toplam yıllık gelirleri, dünyadaki en büyük 27 devletin yıllık gelirine eşittir. Yine Shell‘in arama ve üretim yapmak için dünya üzerinde kapattığı sahaların büyüklüğü 1 620 000 km2‘nin üzerinde olup, 146 ülkenin yüzölçümünden daha büyüktür. Bu çok uluslu ve ortaya çıktıkları ülkelerden kat kat fazla mali güce sahip bu büyük dev şirketler YDD‘nin hedefine ulaşması için var güçleri ile uğraş vermektedirler. Doğal kaynakların ve çevrenin tahrip edilmesi, bu şirketlerin kâr hanelerindeki değerlerin yükselmesini de beraberinde getirecektir.
Son yıllarda ülkemizde yaşanan; Eskişehir - Kaymaz ve İzmir - Bergama yöre halkını tedirgin eden altın madenciliği çalışmaları da, bu oyunun bir parçasıdır. Bu olayın daha çok çevre boyutu gündeme gelmiş ve bu yönü ile kamuoyuna yansımıştır. Bu olayın çevre riski yaratacağı doğrudur, irdelenmesi ve1 tartışılması gerekmektedir. Ancak en az "Altın Aramaları ve Türkiye için Önemi, TMMOB Maden Mühendisi Odası, Türkiye 11. Madencilik Kongresi 1989 çevre boyutu kadar önemli olan, çok uluslu şirketlerin doğal kaynaklarımız olan madenlerimiz üzerinde oynamak istedikleri oyunlardır. Bugün için altın madenciliği ile pekiştirilmek istenen madencilik talanı ve tahribatı önümüzdeki yıllar içinde ülke düzeyinde tüm diğer madenlerde de devam edecektir. Asıl amaç; bu madenlerin ülkemiz insanının çıkarları doğrultusunda değil, çok uluslu şirketlerin çıkarına kullanılacak olmasıdır. Bu nedenle, madenlerimiz üzerinde oynanan oyunların açığa çıkarılması, biz mühendislerin öncelikli görevleri arasında yer almaktadır.
ÇEVRE VE MADEN
Çevre gündemi kapsamında tartışılan sera etkisi kaynaklı global ısınma, ozon tabakasının delinmesi, nükleer felaket vs. gibi olgular, artık birer alt başlık olmaktan çıkarak, her biri kendi başına gündem olmaya başlamıştır. Bu sorunlar sadece çevrecilerin değil, herkesin ciddiye alması gereken bir düzeydedir. Günümüzde bilim adamları dünyanın sonunun gelip gelmediğini değil, sona ne kadar kaldığını tartışmaya başlamışlardır.
Bu süreç devam ettikçe, biyosferin geleceği hakkında iyimser olmak akılcı değildir. Ancak sorunun politik özü açıklıkla kavranamamakta ve çözüm için getirilen öneriler; sanayi karşıtı ve giderek teknoloji karşıtı ilkel yaşama tarzını, doğaya dönüşçülüğü çıkış yolu olarak göstermektedirler. Oysa ki, çevre felaketinin asli sorumlusu: Sanayi ve teknoloji değil; sanayi devrimini insanlık yararına global ölçekte merkezi planlamalı bir denetim altına almayı öteden beri reddeden, kapitalist üretim tarzının gerçekçi olmayan anarşik yapısıdır. Öte yandan 1920‘lerin sonundayken " her şeye rağmen mutlaka yetişmeliyiz; yoksa ezer geçerler" türünden haklılığı tartışılabilecek gerekçelerle de olsa, sanayileşmeyi hedefleyen "SSCB" başta olmak üzere, eski sosyalist ülkelerin, özellikle akarsu kaynaklarını ve tüm doğayı tahrip yarışında kapitalistlerden hiç de geri kalmadıklarını da görmek gerekmektedir.
Bugüne kadar çevre kirliliği konusunda asıl sorumlulardan birisi olarak gösterilmeye çalışılan madencilik; tarihsel olarak yerleşim alanlarının oldukça uzağında gerçekleştirilmiştir. Yanlış yerleşim politikaları ve göç olgusu karşısında kentlerin ortasında kalmış ve sermayenin yönlendirmeleri doğrultusunda da arıtma tesislerinden yoksun bıraktırılmıştır. Yeraltı kaynaklarımızın değerlendirilmesinde yaşanan bir diğer çarpıklık ise, yeraltı kaynaklarımızın devletin farklı kuruluşları tarafından ayrı mevzuatlarla yönlendirilmesidir. 1900‘lü yılların başlarından kalan Taşacakları Nizamnamesi ile bir kısım işletmeler (bazı mermer ocakları ile taş ve kum ocakları) 3-5 yıl gibi kısa sürelerle İl Özel İdareleri tarafından ihale edilerek işletmeye açılmaktadır. Yeraltı kaynaklarımızın talanını ve çevresel anlamda gerekli önlemlerin alınmamasını gündeme getiren bu uygulamaya derhal son verilmeli ve yeraltı kaynaklarımız tek bir yasa altında değerlendirilmelidir.
1985 yılında "yeni dönem" politikalarına uygun bir biçimde madencilik sektörüne büyük umutlar empoze edilerek çıkarılan 3213 sayılı Maden Kanunu ve bu yasanın uygulamasından sorumlu Maden işleri Genel Müdürlüğü, denetim hizmetleri açısından son derece yetersiz durumdadır. Yasanın ve teşkilatlanmanın yeni baştan sektörel bir katılımla ele alınmasında yarar bulunmaktadır. Hammadde üretimi aşamasında şekilsel-görsel bir kirliliğin ötesine geçmeyen madencilik, sanayi bölgelerimizde ortaya çıkan ve geri dönülmez boyutlara ulaşan kirliliğin asli sorumlusu olarak gösterilemez.
Ancak günümüz koşullarında Bergama ve Kaymaz gibi yerleşim-tarım alanlarıyla iç içe olan bölgelerde bulunan madenlerin işletilmesi konusunda, yöre halkının en temel hakkı olan çevresel talepleri göz önüne alınmalı; madenlerimiz ulusal çıkarlar kadar, halkın görüşleri de dikkate alınarak üretilmelidir. Ülkemizde son yıllarda çevre konusunda artan duyarlılık, yöre halkının tepkisi, direnişi ve verdiği hukuk mücadelesi sonucunda; desülfirizasyon tesisi olmayan termik santrallerin mahkeme kararlarıyla kapatılmasına karar verilmiştir. Bergama altın madeninin Çevresel Değerlendirme Raporu‘nun Yüksek Mahkeme tarafından iptal edilmesine karşın, siyasi iktidarların aymazlıkları, hatta hukuk tanımamazlıkları demokrasi geleneğimizin olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
- Ülkemizin madencilik alanındaki en önemli altyapı kuruluşu olan, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, uygulanan son dönem ekonomik politikalarla işlevsiz hale getirilmiştir. Arama politikaları, öncelikler dikkate alınarak yeniden oluşturulmalıdır.
- Madenlerimiz, üzerine sanayilerin kurulacağı doğal kaynaklar olarak görülmeli, üretilen cevherleri nihai ürüne dönüştürecek yatırımlar; bilimsel- teknik gerekler, toplum yararı ve çevresel önlemler göz önüne alınarak yapılmalı, yatırım yapanlar teşvik edilmeli, ham cevher ihracatına izin verilmemelidir.
- Gerek maden kanunu ve gerekse madenciliği ilgilendiren yasa, tüzük, ve yönetmelikler ülke ve toplum yararları doğrultusunda ele alınmalı, aksayan yönler giderilmeli, denetim mutlaka sağlanmalıdır.
- Ülkemiz madenciliğini denetleme ve yönlendirme işlevi ile donatılmış Maden İşleri Genel Müdürlüğü‘nün teşkilat yasası çıkarılmalı, ülke düzeyinde örgütlenmeli ve konunun uzmanı mühendislere görev verilmelidir. Denetim mekanizmaları maden potansiyelimizin yağmalanmasını önleyecek ilkelere sahip olmalı, son yıllarda endüstriyel hammaddeler, krom, mermer vb. yaşanan rezerv talanı önlenmelidir.
- Bugün madenler, % 80 kamu ve % 20 si özel sektör tarafından üretilmektedir. Yıllarca her derde deva gibi gösterilen özelleştirme politikaları, madencilik sektörünün sorunlarını çözemeyecektir. Günümüzde özelleştirme yoluyla madenciliğimizi yüklenebilecek bir özel sektörün varlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak kamu bugünkü yapısından kurtarılmalı, siyasilerin müdahale edemeyeceği özerk bir yapıya kavuşturulmalı, bu yapı, devlet ve çalışanlar tarafından denetlenmelidir. Çalışanlar da söz ve karar süreçlerinde yer almalıdır.
- Ülkemiz kömür ve demir ithalatı için yüz milyonlarca dolar ödemektedir. İthal kömür vatandaşa yaklaşık 200$/t‘dan belediye tekelleri kanalıyla satılmaktadır. Ülkemiz kömürlerinin değerlendirilmesi ve hava kirliliği yaratmayacak teknolojilerin geliştirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.
- Gelişmiş Türkiye bugün kullandığı hammaddenin 4-5 katına gereksinim duyacaktır. Bu kaynakların nereden, nasıl karşılanacağı konusunda kısa, orta ve uzun vadeli toplumsal politikalar oluşturulmalıdır.
- Madencilik ve çevre dengesi mutlaka kurulmalıdır. Her şeye rağmen değil çevre ile dengeyi sağlayacak üretim gerçekleştirilmelidir.
- Son yıllarda sağlıktan eğitime kadar yoğun bir biçimde yaşamakta olduğumuz Yeni Dünya Düzeni uygulamaları ile madenlerimiz de özelleştirme, kapatılma, talan politikalarıyla karşı karşıyadır. Doğal kaynakların gerçek sahibinin halk olduğu kavramından hareketle, madenlerimiz toplumsal çıkarlarımız çerçevesinde oluşturulacak politikalar doğrultusunda işletilmelidir.
- Bergama ve Kaymaz Altın madenlerinin işletilmesinde çevre boyutu kadar; çok uluslu şirketlerin ülkemiz madenleri üzerindeki amaçlarına da karşı çıkılmalı, kamuoyu bu yönde de bilgilendirilmelidir.
TMMOB Maden mühendisleri Odası; madenlerimizin, bilimsel ve teknik gerekler çerçevesinde, ülke, toplum yararı ve çevre olgusu gözetilerek işletilmesinden yanadır. Biz mühendis-mimarlar olarak kendimizi başta insanlık ve toplum yararı olmak üzere ülkemiz ve doğal kaynaklarımızın korunması doğrultusunda bilim-teknoloji üretmekle sorumlu görüyor, bunun gereklerinin yerine getirilmesi doğrultusunda da uğraş vermeyi demokrasinin bir gereği sayıyoruz.